Kariyer (Bölüm 4)

Hasan Ender’in Yeri
11 min readJun 22, 2020

Atilla lisans derecesini Türkistan’nın önde gelen üniversitelerinden birinde kimya mühendisi olarak tamamlamıştı. Öğrenim hayatı boyunca derslerinde başarılı, yüksek not alan bir öğrenci olmuştu. Buna rağmen “inek” lakabına sahip olmamış aksine amacı ve hobileri olan bir öğrencilik geçirmişti. Zaten bu yüzden okulu derece ile bitirememişti. Derslerine ayırdığı zaman kadar spora ve sinemaya da zaman ayırıyordu. En çok sevdiği şeylerden biri film izlemekti. Özellikle bilim kurgu filmlerine bayılıyordu. Gizemli konular küçüklüğünden beri ilgisini çekiyordu. Sıra spora gelince ise ayrım yapmazdı. Yeter ki hareket olsun.

Okul bittikten sonra yurt dışında vizyonunu daha da geliştirmek için yüksek lisans yapmak istiyordu. Böylece iş hayatına sağlam bir giriş yapmasının önü açılacaktı. Yeni kültürler öğrenmek ve yeni insanlar ile tanışmak da işin kaymağı olacaktı. Ancak orta gelirli bir ailenin çocuğu olan Atilla, eğitim masraflarını karşılayabilmek için burslu okumalıydı. Babası ve annesi öğretmenlik yapıyordu ve emekliliklerine az bir süre kalmıştı. Kazançları ortadaydı. Tek sahip oldukları evlerini de rahmetli dedesinden kalan miras ve ailesinin kıt kanaat biriktirdikleri para sayesinde alabilmişlerdi. Üstelik üniversite tahsili devam eden kız kardeşi Zeynep’e de bütçe ayırmak zorundaydılar. Sonuç olarak burs bulmaktan başka çaresi yoktu. Bu amaçla Türkistan’ın en büyük eğitim vakıflarından biri olan Yüksek Eğitim Vakfı’na başvuruda bulunmuştu.

Hem burs başvurusu hem de yurtdışı okullar için durmadan form dolduruyordu. Akademik başarılarının yanı sıra hedeflerini de anlattığı özgeçmişini sürekli güncelliyordu. Her şey mükemmel olmak zorunda değildi ancak bazı konularda takıntılıydı. Sıra kendisini sunmaya geldiğinde kılı kırk yarardı. Tüm zeki ve başarılı insanlar gibi o da kendisini çok beğeniyordu ve karizmasını gölgeleyecek hatalardan uzak durmaya çalışıyordu.

İlk etapta ABD, İngiltere, İsviçre sonra da Uzak Doğu’da bulunan Japonya ve Singapur gibi ülkelerdeki üst düzey okulların her birine ayrı ayrı başvuruda bulunmuştu. Ne kadar çok başvuru yaparsa kabul edilme olasılığı o kadar yüksek olacaktı. Bir şeyi çok isterse, onu elde edene kadar çalışıp didinirdi ve sonunda amacına ulaşırdı.

İnsanların yaşlandıkça değerini geç öğrendiği, gençlik dönemlerinde boşa harcadıkları için pişman oldukları tek şey zamandı. Fakat bu Atilla için geçerli değildi. Ona göre insanın en değerli hazinesi “zamandı” ve bunu doğru şekilde kullanmak en akılcı yoldu. İnsanların neredeyse tamamı için zenginlik kavramı; mal-mülk ve geniş bir aileden başka bir şey değildi. Atilla’ya göre ise en değerli şey zamandı. Bunu da şöyle açıklıyordu. Zamanı geri alamazsınız ve ömrünüz sınırlıdır. 1000 yıllık bir yaşam dahi sonsuzluk içinde azdır. Diğer taraftan zenginlik gelir, gider ve yine geri gelebilirdi. Bunun örneklerine çok defa şahit olmuştu. Sıradan bir insanın nasıl çok zengin olduğunu, sonra da nasıl batıp iflas ettiği ve yine bir yol bulup eski refahını sağladığını haberlerden çok defa izlemişti. Yine çok ileri yaşta birinin, örneğin 60 yaşında evlenip çocuk sahibi olduğunu, baba hatta anne olabildiğini okumuştu. Ancak zamanı geri alamazsınız, ileri de gidemezsiniz.

Atilla’ya göre hayat denen tren hareket ettiğinde o trende olmanız gerekir ve durduğu her istasyonda belli konuları belirlenen zaman içerisinde halletmeniz gerekirdi. İstasyonların birinde treni kaçırmanız durumunda trene en başında zamanında binmenizin faydasını göremezdiniz. İşte bu yüzden, Atilla’ya göre yüksek öğrenim genç yaşta tamamlanmalıydı. Ardından hemen iyi bir işe girilmeliydi. En sonunda da kariyerinde belli bir ilerleme sağladığında evlenmeliydi. Evlilik yolunda gittiğinde ise çocuk sahibi olmalıydı. Mükemmel zamanlama hayattaki başarının sırrıydı. Başta basmakalıp gibi görünen bu hayat, defalarca testten geçmiş, aslında toplumun dayattığı “doğru” hayattan başka bir şey değildi. Bu anlamda oyunu kuralına göre oynamakta da bir beis görmüyordu.

İsviçre’nin prestijli üniversitelerinin birinde biyoteknoloji yüksek lisans programına burslu olarak kabul edildiği o müthiş haberi aldığında sevinçten havalara uçmuştu. Kimya mühendisi olmasına rağmen, yüksek lisansını farklı bir dalda okuyarak mezun olan diğer rakiplerinden ayrışmak istiyordu. Birkaç hafta sonra da Yüksek Eğitim Vakfı’ndan burs kazandığını öğrenmişti. Artık yüksek öğrenimi için paraya ihtiyacı olmayacaktı ve bu sayede ailesine de yük olmayacaktı. Hayatının en güzel günlerini yaşıyordu. Bulutların üstünde uçuyor denilebilirdi. Çok inandığı Allah’a şükretmişti. Sıkı çalışarak bunu hak ettiğini düşünse de, bu yaşadığı güzellikleri bahşedenin Yaradan’ı olduğunu da unutmuyordu.

Bu sevinçli haberi önce ailesiyle sonra da arkadaşlarıyla paylaştıktan sonra evde bir davet verdi. Az sayıda olan yakın arkadaşları katılmıştı. Onlardan biri de Göktürk’tü. İlginç bir tesadüftür ki Göktürk de aynı dönemde dünyanın sayılı teknik okullarından Amerika’daki MIT üniversitesinde genetik bilimler yüksek lisans programına kabul edilmişti. İkisini de aynı anda büyük bir macera bekliyordu. Bu muhteşem bir şeydi. En iyi arkadaşından ayrılacağı için üzgün olsa da bir gün tekrar bir araya geleceklerine olan inancı tamdı. Üstelik tatillerde bir araya gelip, tüm anılarını en ince ayrıntısına kadar sabahlara kadar anlatacaklardı. Şimdiden çok heyecanlanıyordu.

İki yıl çok çabuk geçmişti. Atilla yüksek lisans programını beklediği gibi başarıyla tamamlamıştı. Her şeyini en ince ayrıntısına kadar planladığı için, mezun olmadan önce İsviçre’de bulunan dünyanın en büyük araştırma merkezi olan CERN’e iş başvurusunda bulunmuştu. CERN çok önemli bilimsel buluşların yapıldığı bir nükleer araştırma merkeziydi. 1954 yılında 12 ülkenin katılımıyla kurulmuş olan bu devasa tesis, dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuvarıydı. Burada yürütülen araştırmaların esas amacı, maddenin yapısını ve maddeyi bir arada tutan kuvvetleri anlamaktı. Böyle bir merkezde öğrenebileceklerinin sınırı yoktu.

Araştırma merkezinde sadece fizik ve matematik bilimlerine değil, neredeyse tüm bilim dallarına ihtiyaç vardı. 27 km uzunluğundaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda (LHC) dünyanın en büyük ve en güçlü parçacık hızlandırıcı işlemi yapılmaktaydı.

Tünel boyunca parçacıkların enerjisini artırmak için 27 kilometre uzunluğunda bir dizi süper iletken mıknatıs halkalar kullanılıyordu. Hızlandırıcının içinde, iki yüksek enerjili parçacık demeti çarpışmadan önce ışık hızına yakın bir hızda hareket ediyordu. Tünel, hızlandırıcı halkasının etrafında süper iletken elektromıknatıslar tarafından korunan güçlü bir manyetik alan tarafından yönlendirilmekteydi. Elektromıknatıslar, süper iletken bir durumda ve direnç veya enerji kaybı olmadan, verimli bir şekilde çalışmasını sağlayan özel iletken elektrik kablosu bobinlerinden inşa edilmişti. Mıknatısların -271.3°C’ye kadar soğutulması yani dış uzaydan daha soğuk bir sıcaklığa getirilmesi gerekiyordu. Bu nedenle hızlandırıcının büyük bir kısmı, mıknatısları soğutan sıvı helyum dağıtım sistemine bağlıydı. İşte Atilla’nın çalışırken diğer taraftan da doktorasını yapmak istediği alan bu “soğutma” sistemiydi. Burada getireceği bir takım yenilikler ile bilim dünyasında ses getirmek istiyordu. Ancak çok başarılı olsa dahi CERN’de uzun yıllar kalmak istemiyordu. Bunun iki önemli nedeni vardı. Birincisi; Atilla’ya göre bir kurumda başlayıp emekli olmak sıkıcı bir fikirdi. İkincisi; en büyük hayali dünyanın en büyük kimya firmalarından birinde üst düzey yönetici olmaktı. Bu sayede hem çok iyi para kazanacaktı, hem de itibarı yüksek olacaktı. Bir insan daha ne isteyebilirdi ki? Bu amaca giden yolda ilk yapması gereken şey özgeçmişini güçledirmekti ve CERN gerçekten çok iyi bir basamak olacaktı.

Atilla başarı halkasına bir zincir daha eklemişti. CERN’e kabul edilmişti. Gerçekten kendisiyle gurur duyuyordu. Önce ailesini sonra da Göktürk’ü arayarak bu güzel haberi paylaşmıştı. Göktürk henüz okulu bitirmemişti ve görünen o ki bir yıl daha ABD‘de kalacak ve sonra vatanı Türkistan’a geri dönecekti. Yurt dışında öğrendiklerini kendi ülkesinde çalışarak bir değere dönüştürmek istiyordu. Hem ülkesi bir yana, dünya bir yanaydı!

Göktürk ”Vay be…Çok havalısın kardeşim. Neyse ki benim kariyerime azıcık da olsa yaklaşıyorsun” diyerek Atilla’ya takıldı. Gerçekten de haklıydı. Öğrenim gördüğü MIT, teknik bilim eğitimi veren üniversiteler arasında dünyada bir numaraydı. Fakat Atilla’nın CERN’deki araştırma merkezinde işe girmesi onu bile imrendirmişti. Sonuçta alınan tüm eğitimler gerçek amaç olan iş dünyası içindi. Atilla bu konuda çok iyi bir başlangıç yapacaktı. Çok sevdiği arkadaşının yakaladığı bu fırsat onu mutlu etmişti. Normal şartlarda arkadaşlar, hatta kardeşler bir yarış içindedir ve zaman zaman kıskançlık duyguları ön plana çıkabiliyordu.

Fakat Göktürk ile Atilla’nın aralarında sadece tatlı bir rekabet vardı. Hiçbir şekilde birbirlerini kıskanmıyorlardı. Bilakis verebildikleri tüm desteği, herhangi bir şeyi esirgemeden veriyorlardı. Bu duruma ilkokuldan beri tanışmalarının ve birlikte okumalarının etkisi büyüktü. Ne de olsa gerçek dostluklar küçük yaşta kazanılıyordu. Hele ki iş hayatına girdikten sonra gerçek bir dost bulmak, samanlıkta iğne aramaktan farksızdı! Özellikle Atilla, insanların ne kadar menfaatçi olduklarını, çıkarları için en yakın arkadaşlarını bile satabileceklerini gayet iyi biliyordu. Böyle baktığında Göktürk ile olan dostluk ilişkisine çok değer veriyordu ve onu kardeşinden daha yakın görüyordu. Sevgisi ve saygısı yüzünden Göktürk’ün ukala tavırları ve kaba şakaları onu asla rahatsız etmiyordu.

Atilla ona cevap olarak “Sen üstatsın kardeşim, eline su dökemeyiz. Ama atalarımızın meşhur bir sözü var; boynuz kulağı geçermiş!” diyerek kahkahayı patlattı. Keyifleri yerindeydi. Hayatlarının en güzel dönemini yaşıyorlardı. Okul çağı bitmişti. Evli değillerdi ve büyük sorumlulukları yoktu. İş hayatına adım atmak üzerelerdi. Parlak bir gelecek onları bekliyordu. Atilla, bahşedilen büyük nimetlerin farkındaydı ve sürekli içinden Allah’a şükrediyordu. Ailesi gibi çok inançlı bir insandı.

Babası gençken sol hareketin öncülerindendi. Üniversite yıllarında tanıştığı annesi ise, İç Anadolu’nun bir köyünden büyük şehre okumaya gelen tacir bir babanın kızıydı. Çok zıt karakterlerdi. Babası idealist bir solcu, annesi ise daha muhafazakar bir ailede yetişmiş milliyetçi bir ailenin kızıydı. Annesinin tek amacı okulu bir an önce bitirip öğretmen olmaktı. Babası ise neredeyse devlet başkanı olacakmış gibi her ortamda ateşli konuşmalar yapıyor, davaları için ne kadar çok fedakârlık yapılması gerektiğini savunuyordu. Cesaretini ve belagat gücünü birleştirdiğinde çok fazla insanı peşinden sürükleyebiliyordu. Okulun 2. sınıfında tanıştığı annesi ise onu bir nebze de olsa sakinleştirmişti. Zira aşk başka bir şeydi. Tamamen farklı iki uç insanın aşkı da çok büyük olmuştu.

Aşkın gücü ve insana yaptırabileceklerinin sınırı yoktu. Ona göre eğer bir insanın vatanına ihaneti affedilecekse sadece “aşk” mazeret olarak kabul edilebilirdi. Zira aşk, insanın aklını kaybetmesine neden olabiliyordu. Böylesine yarı deli bir insanın cezai ehliyeti de olamazdı. Babası karıştığı siyasi hareket nedeniyle okulu bitirmeye yakın tutuklanmış ve hapishanede yaklaşık 3 ay tutulmuştu. Sağcı-solcu ayrımı gözetmeksizin yoğun işkence yapılan bir hapishanede kalmıştı. 3 ay boyunca ne ailesini ne de sevgilisini görebilmişti.

Hapisten çıktığında ise artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Yıllar sonra bile esaret altında yaşadıklarını anlatmayacaktı. Sadece vücudunda değil, ruhunda da derin izler bıraktığı her halinden belli oluyordu. Genelde sinirli ve az konuşuyordu. Ülkenin siyasal olarak normale dönmesi ve okulunun da bitmesi ile artık siyaseti tamamen bırakarak sade bir hayat yaşamaya karar vermişti. Üstelik büyük aşkı da yaptığı evlilik teklifini kabul etmişti. Farklılıkları hiçbir zaman evliliklerinde sorun olmamıştı. Orta halli, inançları doğrultusundan yaşayan, vatansever bir çekirdek aile olarak çocuklarını en iyi şekilde büyütmekten başka amaçları yoktu. Aile içinde sevgi hep ön plandaydı. Her aile gibi iyi ve kötü günleri olsa da bunu sevgiyle ve sabırla aşmayı başarabiliyorlardı. İşte Atilla böyle eğitimli bir ailede, sevgi dolu bir yuvada yetişmişti.

Başta annesinden aldığı telkinler sonra da yazları gittiği camilerde aldığı eğitim ile dini İslamı çok benimsemişti. Ancak birçok şeyi bilmesine ve kendisini dindar olarak tanımlamasına rağmen inancının gereklerini hakkıyla yerine getirememek onu üzüyordu. Dini kurallar gereği günde beş vakit namaz kılması gerekiyordu ancak o sadece haftada bir cuma namazına gidebiliyordu. Herkes gibi onunda bahanesi sağlamdı “yoğunluk”. Ancak çok iyi biliyordu ki bu kabul edilebilir bir bahane değildi. O yüzden, içinde günden güne büyüyen suçluluk duygusundan uzaklaşmak için, kendisini dini konulardan uzak tutmaya çalışıyordu.

Şimdi eğitimine ve kariyerine odaklanmalıydı ve Allah ömür verirse emekli olduğunda eksiklerini bir şekilde telafi etmeyi planlıyordu.

Bu düşünce yapısı aslında kendi hayat görüşü ile çelişiyordu. Zira ölümün herkes için ne kadar yakın olduğunu, bir gün sonrasının bile garanti olmadığını gayet iyi biliyordu. Ama Allah büyüktü, onu affederdi! Şimdi hayatını yaşamalıydı. Üstelik İsviçre’de tanıştığı sevgilisi Kathrine ile ilişkisi de çok iyi gidiyordu. Onunla yüksek lisansı tamamlamadan bir yıl önce, okul arkadaşlarıyla grup olarak gittikleri bir eğlence mekanında tanışmıştı. Kathrine, Atilla’dan 5 yaş büyüktü ve bir yatırım bankasında bireysel müşteri yetkilisi olarak çalışıyordu. Babası Alman, annesi Amerikan asıllı olan Kathrine, birçok Avrupalı genç gibi kendi dairesinde yalnız yaşıyordu. Atilla’nın ise kirayı bölüşmek için zorunlu bir ev arkadaşı vardı ve bu durumdan pek de memnun değildi. Ev arkadaşı Reto onu rahatsız etmiyordu, sakin bir mizacı vardı. Fakat evde bir yabancı ile birlikte yaşamak pek de tercih ettiği bir şey değildi. Bu yüzden Kathrine ile buluşmalarının çoğu onun dairesinde gerçekleşiyordu.

Kathrine, Atilla’ya göre ilginç bir insandı. Ateist biri olmasına karşın ahlaki değerleri oldukça yüksekti. Asla yalan söylemiyordu, kimseyi kıskanmıyordu, insanların haklarına saygı gösteriyordu, kimseden bilgi dahi olsa bir şey çalmıyordu. Bu Atilla’nın kafasının karışmasına ve bir takım sorgulamalar yapmasına sebep oluyordu. Ülkesinde dindar insan fazlaydı ancak ahlaklı insan yok denecek kadar az olduğunu düşünüyordu. İnsanların çoğu kolayca yalan söylüyor, söz verince yerine getirmiyor, makam ve mevkiini suistimal ediyor, bolca dedikodu yapıyor, başkalarına kolayca iftira atıyor ve başkaları hakkında peşin, olumsuz yargılarda bulunuyorlardı. İslam dininde kalpten inanmadığı halde inanıyormuş gibi yapanlara münafık deniyordu ve ona göre ülkesi münafıklarla doluydu. Ama insanlar kendi durumlarının farkında bile değillerdi. Ahlak mı önemliydi din mi diye düşünmeden edemiyordu.

Evreni yaratan bir Tanrı’nın, ki İslam dini inancına göre kendisine Allah ismini vermişti, yüce bir İlah’ın var olduğuna kalpten inanıyordu. Hatta sadece kalbi ile değil, aklıyla da Tanrı’nın varlığını görebiliyordu. Atilla’ya göre hiçbir şey kendiliğinden var olamazdı. Her şeyi başlatan, yani o Bing-Bang dedikleri o ateşi tetikleyen, büyük bir mimar olmalıydı. Ayrıca birçok ilahın değil, tek bir İlah’ın var olduğunu günlük yaşantısından rahat bir şekilde gözlemleyebiliyordu. Mesela şirketlerde bir tane CEO vardı. Birden fazla olsaydı, birinin dediği ile diğerininki çelişebilirdi ve bu da şirket yönetiminde sorunlara neden olurdu. Onlara bağlı çalışan müdürler kime itaat etmeleri gerektiğini bilemezdi ve muhtemelen en güçlü kimse ona itaat ederlerdi. En güçlüye itaat, aslında bizi yine “tek”e götürürdü. Aynı mantıkla devam edersek, birden fazla ilah olsaydı evrende bir kaos olurdu. Güneş bir gün sağdan, diğer gün soldan doğabilirdi. Yer çekimi bir gün olurdu, diğer gün olmazdı. Oysa evrende inanılmaz bir denge, ritim ve ahenk söz konusuydu. Her şey birbirini tamamlıyordu.

Zaman zaman keşke Kathrine de müslüman olsa diye düşünüyor, konuyu dolaylı da olsa ona açıyordu. Kathrine her defasında nazik bir şekilde konuyu kapatıyordu. Din Avrupalılar için önemli bir konu değildi. Örf, adet ve hayat biçimi onlar için öncelikli ve yeterliydi. Ölüm sonrası hayata da inanmıyorlardı.

Bu konuda kafa patlamayı da vakit kaybı olarak görüyorlardı. Hal böyle iken, ister müslüman olmuş ister hristiyan ya da budist. Sonuçta hepsi içsel huzuru bulmak, dünyada barışı tesis etmek ve yine insanları yönetmek için insanlar tarafından uydurulmuş şeylerdi. Bir insan kendini iyi ve dolu hissediyorsa dine ne gerek vardı? Yaşadığı bu hayatın zevkini, hazzını maksimize etmek en önemli amaç olmalıydı. Fakat toplum kurallarına uymak, insana ve doğaya saygılı olmak, dünyayı korumak, dürüst ve erdemli bir insan olmak da gerekiyordu. Erdemli bir insan olmak için bir nedene, bir cennet vaadine de gerek yoktu. Sadece insan olmak yeterliydi.

İşte tüm bunlar Atilla’nın kendini ve dünyayı sorgulamasına yol açıyordu. Bir tür kültür şoku yaşıyordu. İsviçre’ye eğitim için geldiği günden beri bu konular hep aklını kurcalıyordu. Diğer taraftan mukayese kabul etmeyecek bir rahatlık ve düzen vardı ülkede. Kimse endişeli değildi. Kimsenin yarın derdi yoktu. Yaşam standartları çok yüksekti ve İsviçre halkı işine, hayatına odaklanıyordu. Siyaset, din, dış ve iç güvenlik, askeri konular gündemlerinde hiç meşgul etmiyordu.

İşte tam da bu huzuru yansıtıyordu Kathrine. İlişkileri çok sadeydi. Kavgasız-gürültüsüz bir şekilde su gibi akıp gidiyordu. Türkistan’da böyle bir şeyi hayal etmek bile mümkün olamazdı. Kadın-erkek ilişkileri oldukça zorlayıcıydı. Atilla’ya göre bunun temel nedeni, erkek ve kadınların karşılıklı büyük beklentilerinden kaynaklanıyordu. Oysa İsviçre’de beklentiler çok düşüktü. Örneğin evlilikler, geçim derdi nedeniyle masrafları paylaşmak amacıyla yapılmıyordu. Ya da” çocuk istiyoruz, önce evlenenmemiz gerekiyor” gibi, toplum baskısı ile oluşan bir kaygı da yoktu. Yine cinsel hayatı rahatça yaşamak için evli olmak da gerekmiyordu. Zaten geriye evlenmek için pek de neden kalmıyordu. Sonuç olarak İsviçre’de evlenme ve boşanma oranı diğer ülkelere göre oldukça düşüktü.

Atilla’ya göre tüm dünyada evlilik kurumuna olan ilginin azalması, boşanmaların hızlı ve kolay gerçekleşmesinin asıl sebebi, insanın özündeki yozlaşmaydı. Fakat toplum bilimciler, evlilik kurumunda yaşanan sorunları makro bazlı bir yaklaşım ile analiz ederken, insanın özündeki değişimi ana faktör olarak kabul etmiyorlardı. Yani bir evliliğin kötü gitmesini veya boşanma nedeni olarak, maddi sorunlar, şiddet, cinsel sorunlar, karşılıklı kısıtlama teşebbüsleri gibi alt kırılımlara ayırıyorlardı. Oysa insanın özünde önce ahlaken yozlaştığını, okul hayatındaki “yarışmacı sistemden” dolayı insanların bireyselleştiğini ve hatta bencilleştiğini göremiyorlardı. Ya da mutlu olabilmek için çok fazla şeye sahip olmak gerektiği ile ilgili medya ve sosyal hayatın açık ve bilinçaltı baskılarına rağmen, o çok şey sahip olmanın zirvesine bir türlü çıkamamanın getirdiği tatminsizliğin, aslında sorunların kök nedeni olabileceği gerçeği göz ardı ediliyordu.

Atilla genç yaşında eriştiği olgunlukla sistemin çürümüşlüğünü, insanların içinde bulunduğu büyük buhran nedeniyle sorunlar yaşadığını, buna karşın herkesin mutluluk rolü yaptığını ve sorunlarını gizlemek için büyük çaba sarf ettiklerini görebiliyordu. Ancak tüm bu üst düzey bilincine ve sağlam inancına rağmen sistem dışına çıkmayı da kolayca göze alamıyordu.

Çünkü sistem içinde kalmak konforluydu. Kendisini mevcut dünya sisteminin muhalifi olarak tanımlasa da, hayatın gerçekleri ideallerini yaşamasını engelliyordu.

Kim bilir, belki de yedikleri yiyecekler veya hava kirliliği buna neden oluyordu. Zira son yıllarda yapılan bağımsız araştırma raporlarını okuduğunda öğrendikleri onu dehşete düşürmüştü. GDO denilen, genetiği değiştirilmiş yiyeceklerin, insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin bilinenden çok daha fazla olduğu ortaya çıkmıştı. GDO’lu yiyeceklerin insanın fıtratını bile değiştirebildiği iddiası gerçekten şaşırtıcıydı. Eğer fıtratı değişiyorsa, GDO’lu yiyecekler insanları dinden uzaklaştırıp, inançlarını köreltiyor olabilir miydi? Bu araştırmalar gizli tutuluyordu. Yazılı ve görsel basında da fazla yer almıyordu. Büyük sistem her şeyi kontrol altında tutmaya çalışıyordu.

İşte bu şartlarda sistemle mücadele etmek yerine, onu kullanarak efendi olmak, zeki insanlar için en rasyonel yol görünüyordu. Atilla vicdanen de rahattı. Bu sistemi o kurmamıştı. Kimseye de bir kötülük yapmıyor ve suç işlemiyordu. Yapması gereken, Allah’ın ona bahşettiği en büyük nimeti yani aklını kullanarak toplum hiyerarşisinde en üst basamaklara hızla çıkmaktı!

CERN bu anlamda çok iyi bir fırsattı. Bu sayede dünyanın en büyük şirketlerinden birinde yüksek maaşla ve iyi bir konumda iş bulmak kolay olacaktı.

(Devamı çok yakında…)

*Felsefe ve bilim kurgu temaları ile harmanlanmış, polisiye tadında, yönetici ve yönetici adaylarına bir kılavuz olma amacını taşıyan bu kurgu roman, Atilla ile Papağan Cesur’un heyecan dolu maceralarını konu almaktadır.

**Serilerden oluşan bu hikayenin fikri mülkiyet hakları, elektronik zaman damgası ile mühürlenerek koruma altına alınmıştır.

--

--

Hasan Ender’in Yeri

I write about philosophy, education, leadership, management, entrepreneurship, and stories from live & lessons.