Papağan ve İnsanlar (Bölüm 1)

Hasan Ender’in Yeri
5 min readMay 24, 2020

Amazon ormanlarında yaşayan papağanlar mutlu, hiç düşmanı olmayan, sakin bir hayatı olan, ancak dünyaya egemen varlık olan “insanlar” tarafından çok sevilen kuş türü olarak ayrıcalıklı bir hayat sürmekteydiler. Papağanlar rengarenk kanatları, gagası, özel sesi ve konuşma yeteneği ile tüm kuşlardan ayrılıyorlardı. İnsanlar bu olağanüstü güzelliği yok etmek yerine onu korumaya aldıklarından, papağanların yaşamı rahat geçiyordu. Hatta papağanların konuşma yeteneklerini fark eden insanlar onlarla olan dostluklarını artırmış ve kendi doğal ortamlarında serbest bırakmıştı. Onları çeşitli meyvelerle beslemekten de büyük keyif alıyorlardı.

Normal şartlarda papağanlar, iyi derecede uçabilme yeteneğine sahip olmalarına karşın, tembel olduklarından uçma gayretine girmez, etraflarını keşfetmek için çaba sarf etmezlerdi. Çevrelerinde olan bitene pek aldırmaz, kaygı duymazlardı. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” atasözü onların hayat felsefesiydi. Amazon ormanlarının yok olmasını pek dert etmiyorlardı. Nasıl olsa insan dostları onları korur,hayatlarını ve nesillerini bir şekilde devam ettirmelerine yardımcı olurlardı!

Ancak bu devasa ormanda yaşayan papağanlardan bir tanesi o kadar farklıydı ki onu gören, onunla konuşan türdeşleri bunu hemen fark ederdi. Bu papağan kendini çok iyi yetiştirmişti. Çok okurdu, ideoloji ve dinler hiç ayrım yapmaz her türden kitap, dergi ve gazeteyi kütüphanesinde bulundururdu. Bu entelektüel yapısı, kendini yetiştirmesi ve zekası sayesinde diğer papağanlardan daha iyi bir şekilde insan dilini öğrenmeyi başarmıştı. Şaşırtıcı bir şekilde insan dilini akıcı konuşabiliyordu.

Onu ayıran bir diğer önemli özellik ise, türdeşleri gibi çevresinde olan bitene duyarsız kalmamasıydı. Arkadaşları ve ailesi ile birlikteyken, ateşli konuşmalar yapar, yaşadıkları ormanın yok olmasına müsamaha göstermemeleri gerektiğini, dostları gibi görünen insanların aslında onların evi olan ormanı yok ettikleri için düşmanları olması gerektiği gibi uç fikirlerini onlara kabul ettirmeye çalışırdı. Tabi o bunları anlattıkça etrafındakiler ona gülerek sakinleştirmeye çalışırdı. Çoğu zaman etrafındaki arkadaşları dahil birçok türdeşi “Senin neyin var, biraz hayatın keyfini çıkar, böyle çok dertlenirsen hastalanırsın, hatta ömrün kısalır” şeklinde öğüt verir gibi yapıp, aslında dalga geçiyorlardı.

Şaşılacak bir durum değildi bu telkinler. İnsanlardan farksız olarak papağanlarda da kıskançlık duygusu vardı ve kendilerinden üstün olanın fikirlerine destek vermek işlerine gelmiyordu. Papağanlar kendilerini geliştirmediklerini, okumadıklarını ve hatta tembel olduklarını gayet iyi biliyorlardı. Buna rağmen doğruları yapan birini dışlamak, az da olsa onları rahatlatıyordu. Bizim papağan yine de pes etmiyor, her ortamda fikirlerini rahatça, korkusuzca anlatmaya devam ediyordu. Ancak zamanla yaptığı aykırı çıkışlar nedeniyle çok fazla düşman kazanmıştı. Ailesi onun fikirlerini kabul etmese de onu seviyor ve olduğu gibi kabul ediyordu. Ancak papağan toplumu onu kabullenmiyor, başta aykırı bir tip olarak yargıladıkları bu papağanı artık bir tehdit olarak görmeye başlamışlardı.

Bir gün papağan toplumunun önderleri bir araya geldikleri bir toplantıda bu konuyu ele almışlardı : “Bu aykırı görüşler artık felsefik bir görüş çizgisini aştı ve hayatımızı tehdit etmeye başladı. İnsanlar bu papağının görüşlerinden oldukça rahatsız. Dostlarımız olan insanlar ile aramız hiç uğruna açılacak belki de bu rahat hayatımız elimizden alınacak. İnsanlar bizden güçlü, onlarla düşman olup helak mı olalım?” şeklinde homurdanmaya başlamışlardı. Bu konuşmalar aylar geçtikçe alevlenmiş, yorumların şiddeti iyice artmıştı. Bizim papağan iyice dışlanmaya başlamıştı. Hatta arkadaşları bile onla görüşmüyordu.

Bir gün eve geldiğinde ailesi ile papağan toplumunun önderlerinin hareretli konuşmalarına şahit olmuştu. Kendi odasına çekilip konuşmalara kulak verdi:

- Yok üstadım bu şekilde olmaz, derhal çocuğunuzu susturmanız lazım, aksi halde insanlar bize düşman kesilecek! Hatta en iyisi onun buradan uzaklaşmasıdır. İnsanlarla aramızın açılması isteyeceğimiz en son şeydir.”

Bunu duyan papağan sabredemeyerek içeriye daldı:

- Sizler insanların kölesi olmuşsunuz, zevk ve sefa içinde yaşamayı tercih ediyorsunuz. Ancak neslimiz ve ormanlar yok olma tehdidi ile karşı karşıya. Eğer bugün insanlara tepki vermezsek, yarın çok geç olacak. Neden insanlarla açık bir şekilde konuşup onları ikna etmeye çalışmıyorsunuz? En azından denemek gerekmez mi? Ben sizler kadar korkak değilim, kendi hayatımı feda etmeye hazırım!

Papağan toplumunun önderleri “Yine felsefe yapıyorsun, biz artık bunları duymak hatta seni görmek dahi istemiyoruz, aklını başına alsan iyi edersin!” diyerek evden öfkeyle ayrılmışlardı.

Akşam yemeğinde ailesinden hiç kimse onunla konuşmamıştı. En son yatmaya hazırlandığı sırada annesi odasına girerek “Canım bak, bizce onlar haklı. Üstelik aykırı düşüncelerin yüzünden bizim hayatımız da olumsuz etkilenmeye başladı. Bu gelenler dostlarımızdı, şimdi bize düşman kesildiler. Biz saygın bir aile olarak hayatımıza devam etmek istiyoruz, lütfen en azından düşüncelerini kendine saklasan?” diyerek odadan çıktı.

O gece bizim papağanın gözüne uyku girmemişti. Bir sağa dönüyor, bir sola dönüyor, ne yapması gerektiğine karar veremiyordu. Ailesinden de destek görmediğine göre radikal bir karar almalıydı. En doğru şey belki de göç etmekti. Göç etmek göründüğü kadar kolay değildi. Hadi diyelim tehlikeyi göze aldı. Fakat kanatları uzun yol yapacak kadar güçlü ve antrenmanlı değildi. Üstelik nereye gitmeliydi, onu da bilmiyordu.

Bir anda aklına okuduğu bir gazete yazısı gelmişti. Avrupa kıtasında insanların doğaya duyarlı olduklarını anlatıyordu, ağaç ve ormanların korunması için özel yasalar çıkardıklarını hatırlamıştı. Belki kendisi gibi düşünen insanlar, hatta papağanlarla karşılaşması mümkün olacaktı! Bir an için yüreği umut ile doldu. Artık bekleyemezdi, Avrupa kıtasına gitmeliydi. O gece kafasında ayrıntılı bir plan yaptı. Okyanusu aşmak için bir gemiye binecekti. Liman uzaktaydı ama oraya kadar uçabileceğini düşündü. Tüm gücünü kullanmaya hazırdı.

Sabah olduğunda ailesi masanın üstünde bir not bulmuştu. Notu yazan bizim papağandan başkası değildi:

“Sevgili ailem, sizler benim dünyadaki en değerli varlıklarımsınız, size bir zarar gelsin istemiyorum. Ama bende kendim olmaktan vazgeçemem. Lütfen beni anlayın. Şimdi çok uzaklara gidiyorum, ilk fırsatta sizlere mektup atarım. Geri döner miyim bilmiyorum. Ama şunu hiç unutmayın: Sizi çok seviyorum…”

Ailesi mektubu okuduğunda bizim papağan limana varmıştı bile. Epey bir yorulmuştu. Ama dinlenmeye vakit yoktu. Önce Avrupa’ya giden bir gemi bulmalıydı. Limanda pek çok gemi vardı. Acaba hangisine binmeliydi. İnsanlara sorabilirdi, ancak onlar bu duruma çok şaşırabilir, hatta yolumu kaybetmiş olacağını düşünerek onu geri gönderebilirlerdi.

Aklına güzel bir fikir geldi. Okuduğu kitaplarda gemilerin hangi ülkeye ait olduklarını gösteren bayrakları olduğunu hatırlamıştı. Sonunda Fransız bayraklı bir gemi bulmuştu, büyük ihtimalle oraya gidecekti. Üstelik oldukça büyüktü ve az sayıda insan görünüyordu. Bu bir yük gemisi olmalıydı. Uçarak gemiye kondu. İçinde birçok konteyner olan bu gemide kendine uygun bir yer bulmuştu. Yorgundu ama umut doluydu. Sonunda büyük maceraya hazırdı…

(Devamı çok yakında…)

*Felsefe ve bilim kurgu temaları ile harmanlanmış, polisiye tadında, yönetici ve yönetici adaylarına bir kılavuz olma amacını taşıyan bu kurgu roman, Atilla ile Papağan Cesur’un heyecan dolu maceralarını konu almaktadır.

**Serilerden oluşan bu hikayenin fikri mülkiyet hakları, elektronik zaman damgası ile mühürlenerek koruma altına alınmıştır.

--

--

Hasan Ender’in Yeri

I write about philosophy, education, leadership, management, entrepreneurship, and stories from live & lessons.