Teklif (Bölüm 2)

Hasan Ender’in Yeri
11 min readMay 30, 2020

Serin bir yaz akşamıydı. Atilla her zaman gittiği Mor Kafe’de yalnız başına kahvesini yudumluyordu. İkinci çocuğu İdris doğduktan sonra en büyük zevki hafta sonları evden biraz uzaklaşıp kafasını dinlemekti. İki oğlu da aşırı hareketliydi ve çok talepkârdı. Zaten çok yoğun bir iş hayatı vardı, sağ olsun çocuklar da hiç yardımcı olmuyordu! Eşi Ece de çocuklar, ev düzeni ve kendi işi derken yetemiyordu ve Atilla’dan yeteri kadar yardım alamadığı için şikâyet ediyordu. Ev zaman zaman tımarhaneye dönüyordu. Atilla gürültülü ortamlarda uzun süre kalamıyordu. Gürültü onu rahatsız etmekle kalmıyor, aynı zamanda düşünmesini de engelliyordu ki bu onun için büyük bir sorundu. Ne de olsa parasını aklı sayesinde kazanıyordu.

Yine her zamanki gibi uzaklara dalmıştı. Yalnızken, ya gelecek günlerde yapacağı işleri planlardı ya da işiyle ilgili sorunlara çözüm bulmaya çalışırdı. İşi onun için büyük bir tutkuydu. Hobisi dahi işi sayılabilirdi. Sporu çok severdi ama yoğun iş temposu yüzünden haftada bir ya da iki kez tenis oynayabiliyordu. Bir de fırsat bulursa yürüyüş yapıyordu. Hepsi bundan ibaret. İşte hayatı böyle dar bir alanda geçiyordu.

Bir an, karşısında birinin dikildiğini fark etti. Önce onu garson sandı fakat kafasını kaldırıp baktığında garson olamayacak kadar şık giyinmiş ve ciddi birinin ona baktığını anladı. Daha önce hiç görmediği, tanımadığı bir adamdı. Atilla “Beni birine mi benzettiniz?” diye sorarak tuhaf sessizliği bozdu. Adam son derece kibar bir şekilde “Hayır, sizinle görüşmek için geldim. Kendimi tanıtmak isterim. Adım Jack Brown. Merhaba” diyerek elini uzattı. Kimdi bu adam ne istiyordu diye düşündü Atilla.

Adamın adına ve yüz yapısına bakacak olursa yabancı uyruklu olduğu çok belliydi ama Türkçeyi akıcı, ana dili gibi konuşuyordu. Adam oturmak için izin istedi, Atilla da kabul etti. “Buyurun sizi dinliyorum. Nereden tanıyorsunuz beni, nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. “Makalelerinizi okuyoruz. Ayrıca başarılı çalışmalarınızı da yakından takip ediyoruz. Şu anki Ar-Ge direktörü konumunuzda yaklaşık 7 yıldır çalıştığınızı biliyoruz. Bize göre kıymetiniz yeteri kadar bilinmiyor.” Atilla sabırsız bir şekilde “Biz derken? Hangi firmadan geliyorsunuz, rakip firmadan mı?” diye sordu.

Adam sustu. Atilla’nın içinde anlamsız bir huzursuzluk belirdi. Adam çok ilginç birine benziyordu. Hafta sonu, sıcak bir yaz akşamı olmasına rağmen takım elbise giymiş ve kravat takmıştı. Çok şıktı. Üzerinde koyu lacivert ipek bir takım vardı. Özel dikim olduğu her halinden belliydi. Nerden baksanız bin dolarlar değerinde olduğuna bahse girebilirdi. Atletik bir vücut yapısı vardı, spor yaptığı her halinden belliydi. Son derece ideal bir boy/kilo oranı vardı. Kırklı yaşlarda olduğunu düşündü. Normal şartlarda tepeden tırnağa bu kadar kaliteli giyinmiş, karizmatik birinin ona güven vermesi gerekirdi. Ancak adamın mükemmel duruşu ilginç bir şekilde Atilla’yı rahatsız etmişti. Üstelik gizemli yaklaşımı ve nerden geldiğini halen söylememesi endişelerini artırıyordu.

Adam “Biz hangi şirketten mi geliyoruz?” diyerek küstahça gülümsedi ve devam etti. “Bildiğiniz tüm şirketlerin ve devletlerin üstünde bir kurumuz desem, sizi şaşırtır mıyım?” şeklinde çok iddialı bir giriş yaptı. Atilla “Artık bu hayatta hiçbir şeye şaşırmıyorum desem, buna ne dersiniz? Palavra sıkan, kendini olduğundan yüksek gösteren insanlara alışığım da” diyerek aynı küstahlıkla cevap verdi.

Adam “Tam da size göre bir cevap Atilla Bey. En çok da bu yönünüzü seviyoruz, açık sözlüsünüz.” Adam adını söylemişti, çalıştığı şirketi, konumunu ve belli ki hakkında çok şey biliyordu. Ortada gizemli bir durum vardı. Normal bir iş görüşmesi olmadığı çok açıktı.

Atilla sözü aldı ve “Konuyu uzatmadan neden geldiğinizi ve benden ne istediğinizi söyleseniz artık!” dedi.

Adam sonunda “Bizim için çalışmanızı istiyoruz.” dedi. Atilla’nın içi bir nebze de olsa rahatlamıştı. Bu bir iş teklifiydi, ne zarar gelebilirdi ki diye düşündü. Adam devam etti “Yılda 120 bin dolar civarı kazanıyorsunuz. Ülke şartlarında fena bir rakam değil. Düzenli ve seviyeli bir hayatınız var. Ama bugün işi bıraksanız ya da bıraktırılsanız, çocuklarınızın gelecekteki eğitim masrafları bile sizi endişelendirmek için yeterli olurdu. Üstelik evinizin muhtemel borçları da cabası. Hayatınız maalesef garanti altında değil.”

Atilla adamın sözünü kesti “Afedersiniz fakat kimin hayatı garanti altında ki? Gelecek endişesiyle yaşamak biz insanların en büyük özelliği değil mi?”

Adam küstahça devam etti “Yalnız sıradan insanlar endişe ile yaşar. Biz size sadece bir iş değil, hayatınızın geri kalanında, var olan ve olması muhtemel tüm endişelerinizi kalıcı bir şekilde ortadan kaldıracak yeni bir hayat öneriyoruz. Tek istediğimiz şey, bizim için sadakat ile çalışmanız. Hepsi bu. Size sunacağımız şartların ilginizi çekeceğine emin olabilirsiniz.”

Haklıydı. Şimdiden Atilla detayları merak ediyordu. Adam devam etti “Yeni işinizde zaman baskısı olmadan, araştırma odaklı çalışacaksınız. Sert hedefler olmayacak. Çalışma saati, çalışma yeri, izin günü gibi sıradan kısıtlarınız olmayacak. Üstelik kimseden izin almayacaksınız. Tüm kuralları siz koyacaksınız. Size geniş bir yetki değil, sınırsız yetkiler veriyoruz! Çünkü size, daha doğrusu beyninize ve karakterinize güveniyoruz.”

Atilla ne diyeceğini bilmiyordu. Çok şaşırmıştı. Bu hayatının fırsatı mıydı yoksa başı belada mıydı henüz kestiremiyordu. “Ayrıca size sınırsız bir yatırım bütçesi tahsis edeceğiz. Dünyanın en büyük ve en modern laboratuvarında yönetici mühendis olacaksınız. İstediğiniz ekipmanı satın alma hakkınız olacak. Sizin seçeceğiniz ve belirleyeceğiniz sayıda personeli istihdam edebileceksiniz. Hiçbir zaman ikinci bir onaya gerek duymayacaksınız. Çünkü biz sistemi “tam güven” üzerine kurmuş bulunuyoruz.

Yöntemlerimiz çok farklıdır. Adayları yıllarca izler, araştırır, emin olduktan sonra iş teklifi yaparız. Bugüne kadar insanlar hakkında hiç yanılmadık. Ayrıca teklifimizi kabul ettiğiniz anda yaşayacağınız yeni şehirde, satılık olsun ya da olmasın, beğendiğiniz herhangi bir evi sizin adınıza derhal satın alacağız. Hatta dilerseniz sıfırdan bir arazi üzerine istediğiniz bir mimar ile çalışarak evinizi yaptırabiliriz. Üstelik en fazla 40 gün içinde eviniz size teslim edilecek. O süre zarfında en lüks otelde kral dairesinde kalacaksınız.

Atilla daha da meraklanırken adam devam etti: “Tüm aile bireyleriniz ömür boyu garantili olacak şekilde çok özel bir sağlık ve hayat sigortasına sahip olacak. Bu “çok özeli” biraz açmak isterim. Sigortalandığınız anda tüm aile bireyleriniz için birer adet çağrı cihazı tahsis edilecek. Dünyanın herhangi bir noktasında bir kaza geçirdiğinizde ya da sağlık sorunu yaşadığınızda, cihazdaki tek tuşa basmanız yeterli olacak. 10 dakika gibi kısa bir süre içinde bir helikopter bulunduğunuz konuma gelecek ve sizi en yakındaki en iyi hastaneye ulaştırılmanızı sağlayacak.

Hastane kapısında sizi en az 3 cerrah ve bir sağlık ordusu karşılayacak. Durumunuz acil olsun ya da olmasın, bu protokol standart olarak uygulanacak.Ayrıca tatilleriniz için bir otelden rezervasyon yaptırmanız gerekmiyor. Sadece gitmek istediğiniz ülke veya şehri kişisel asistanınıza belirtmeniz yeterli olacak. Kaç gün kalmak isterseniz o kadar süre kalabilirsiniz. Üstelik harcama limitiniz de olmayacak. Seçemediğiniz tek bir şey olacak. O da aracınız. Onun da özel bir nedeni var. Güvenlik! Size tahsis edeceğimiz araç dünyanın en güvenli ve en iyi arabası olacak.

Özel bir üretim. Korumalardan ve özel hizmetlilerden bahsetmiyorum bile. Nasıl? Sizi etkilemeyi başardık mı?”

Normal şartlarda Atilla’nın ayağa kalkıp sevinçten dans etmesi gerekirdi. Adam sanki büyük bir devletin başkanına tanınan ayrıcalıkları anlatıyor gibiydi. Adamı tanımıyordu ama nedense anlattığı her şeye inanmıştı. O halde neden sevinemiyordu? Neden giderek daha fazla terliyordu? Neden bir an önce oradan ayrılmak istiyordu? Kendini sakinleştirmeye çalışarak cevap verdi “Anlattıklarınız bir an için doğru olsun. Bunu değerlendirebilmem için önce bana hangi şirketten geldiğinizi ve neden bana bu olağanüstü teklifi sunduğunuzu söylemeniz gerekiyor.”

Adam durdu. Etrafına bakındı. Garson ile göz teması kurunca bir espresso siparişi verdi. Cebinden sigarasını ve çakmağını çıkardı. Altın olduğu belli olan çakmağın üstündeki papağan sembolü dikkatini çekti. Adam alaycı bir eda ile “Biz kim miyiz? Hayal gücünüzü biraz zorlarsanız bulacağınıza eminim. Hem siz inançlı bir insansınız, değil mi. İlham yoluyla malum olur derler”

Atilla artık öfkelenmeye başlamıştı. Adamın son sözlerinin konuyla hiçbir ilgisi olmadığı açıktı. “Bakın, benim bu saçmalıklara ayıracak vaktim yok. Eve gitmem gerekiyor” diyerek ayağa kalkmak isterken, adam kibar ama hafif sert bir tonla “Atilla Bey, anlatacaklarım henüz bitmedi. Lütfen oturun. Ne diyorlardı sizde…Sabrın sonu selamettir! Birazdan cevaplarınızı alacaksınız. Kahvemiz bittiğinde sohbetimiz de bitmiş olacak. O kadar kısa bir zamanı bana lütfedersiniz diye düşünüyorum” dedi.

Atilla’yı huzursuz eden bir şey olmasına karşın sohbeti de tamamlamak ve adamın anlatacaklarını dinlemek istiyordu. Adam çok derin ve uzun bir şekilde ona bakmıştı. Özgüveni bu kadar yüksek bir insana daha önce hiç rastlamamıştı. Sanki onun karşısında bir çocuk gibi hipnoz olmuştu. Atilla tekrar yerine oturmak zorunda kaldı.

Adam “Biz kadim bir topluluğuz. En büyük gücümüz “bilgi”dir. Bilgiyle yönetiyoruz yer yüzünü. Devletler üstü bir gücüz.” Atilla dayanamayarak sordu “Siz gizli servis ya da uluslararası bir tarikat falan mısınız, nesiniz? Devletler üstü güç de ne demek, nasıl bir şirket bu?”

Adam devam etti. “Devletler ve şirketler; insanları yönetmek için yaratılan soyut kavramlardan başka bir şey değildir. Nasıl koyunları idare eden bir çoban varsa, insanları da idare eden, sevk eden devletler ve şirketler vardır. Çobanın işlevi ile devlet ve şirketlerin işlevi neredeyse aynıdır. Tek farkları çoban gerçek bir kişidir, devlet ve şirket ise gerçekte yoktur. Tamamen kurgudur. Söyleyin bana, devleti elle tutabilir misiniz? Onunla konuşabilir misiniz? Ne yer ne içer bunlar?”

Soluklandı ve devam etti “Kurum kavramı; insanları kolektif bir şekilde hareket ettirmek amacıyla icat ettiğimiz “hukuk mühendisliğinden” başka bir şey değil ki! Önce devletler kuruldu. Devletlerin elindeki büyük güce rağmen zamanla zayıf noktaları ortaya çıktı. Mesela fiziki sınırları vardı. Biz bunu aşmak için şirket kavramını getirdik. Dünyada bin yıldan eski şirketler bulunsa da son 200 yılda sayıları arttı. Artan şirketleşme sayesinde amaçlarımıza ulaşmak çok daha kolay oldu. Nasıl mı?

Bir şirket, dünyanın dört bir yanında, herhangi bir ülkede, üretim yapma veya hizmet verme vaadiyle kurulabilir. Tek ihtiyacı olan şey sermaye, yani para. Düşünsenize, Amerika Birleşik Devletleri elini kolunu sallayarak Çin’e girip toprak alabilir mi? Önce savaş açması gerekir. ABD ne kadar güçlü olsa da kaybetme ihtimali her zaman vardır. Diyelim ki savaşı kazandı, bu sefer de büyük zayiatlar vermiş olacak. Oysa bugün bir Amerikan şirketi Çin’e gidip, toprak satın alıp, üstünde fabrika kurup, yetmedi Çinlileri kendi namına çalıştırabiliyor.

Bu aslında tereyağından kıl çekmek kadar kolay bir işgalden başka bir şey değil ki!” diyerek güldü.

Sonra devam etti “Durumu bir örnekle açıklamaya çalışayım. Birinci yöntemde, yani savaşarak işgali, kurbağayı bir tenceredeki kaynar suya atmaya benzetebiliriz. Kurbağa hemen bir tepki verir ve tencereden dışarı sıçrar. İkinci yöntemde ise, ya da daha doğru kelime “sömürü” ise, kurbağayı soğuk su ile dolu tencereye koyup ağır ateşte pişirmeye benzetebiliriz. Bu yöntemde kurbağa kendisinin piştiğini fark etmediği gibi belli bir süre sonra yok olacağını da bilmez. Müthiş bir fikir, değil mi?

Önemli bir avantajımız daha var. Devlet başkanları seçimle geliyor, seçimle gidiyor değil mi? Hatta bir devlet başkanı halk isyanı ya da askeri darbe ile bile devrilebiliyor. Şirketlerde ise patronu kimse kovamaz, deviremez. Çünkü patron ne seçilmiştir ne de atanmıştır! İstediği adamı istediği konuma getirebilir. Birini işten çıkardığında hesap vermek zorunda değildir. Tazminatını ödemesi yeterli. Hatta bazı durumlarda ödemese bile olur. Egemenlik, yani şirket hisseleri babadan oğula da geçebilir, ailede olmayan bambaşka birine de. Patron nasıl istiyorsa her şey öyle olur!”

Atilla araya girdi “Bir gerçeği göz ardı ediyorsunuz! Devletler şirketleri istediği zaman denetleyebilir. Vergi, gümrük, iş sağlığı ve güvenliği gibi şu an sayamayacağımız pek çok konuda müfettiş görevlendirebilir. Şirketlere ağır cezalar kesebilir. Yüksek cezalardan dolayı iflas eden şirketlerin olduğunu bile duymuştum. Yine devlet bir şeyleri bahane ederek şirketin üretim lisansını iptal edebilir veya şirket yönetimine el koyabilir. Bu durumda soruyorum size, nasıl oluyor da şirket devletin üstünde bir güç olabiliyor?”

Adam durdu ve gülümseyerek devam etti “Tespitiniz doğru ama bir eksik var. Öncelikle bizim sahip olduğumuz bir şirkete kimse el koyamaz. Ama bundan daha önemli bir gerçek var. O da “sistemin mükemmelliği” ve kendini koruma biçimi. Farz edelim, belirttiğiniz gibi devlet bir şirketimize el koymuş olsun. Biz bir şey kaybeder miyiz? Size göre evet, bize göre hayır!

Sizce bir şirketin en önemli varlığı nedir? Arazisi, fabrika binası veya makina parkuru mudur, yoksa insan ve onların kolektif şekilde ürettiği “know-how” mıdır? Şirketimize el konsa, biz ertesi gün hemen farklı bir isimle yeni bir şirket kurar, el konan şirketteki kritik kişileri ve bilgisayarda kayıtlı olan verileri yeni şirkete kolayca transfer eder, kaldığımız yerden eskisi gibi yolumuza devam ederiz. Tek zararımız üretim ya da hizmetin geçici olarak aksamasıdır. Know-how elinizde olduktan sonra, ki buna rahatlıkla “bilgi gücü”de diyebiliriz, sizi kimse durdurumaz!”

Bir sessizlik oldu. Atilla’nın kafası karışmıştı. Hiç şirket kavramına bu açıdan bakmamıştı. Sonuçta herkes gibi o da kazancı ve kariyeri için çalışıyordu. Yönetici konumunda bile olsa bir işe ve bir gelire ihtiyacı vardı. Patron değildi ve onların dünyasını bilemezdi. Sömürü kavramı biraz uç bir örnek gibi gelmişti ona. Adam devam etti “Aslında bundan daha önemli bir soru var. İnsanları gerçekte idare eden kim? Veya insanlar kime hizmet eder? İşte biz tam da bu sorunun cevabıyız. İnsanların, devletlerin ve şirketlerin çoğu bilerek veya bilmeyerek “biz”e hizmet eder. Biz mutlak gerçeğiz. İlk günde de vardık, son günde de var olacağız. Tabi o sizin “son” diye bildiğiniz sorunu da yakında halletmek üzereyiz.” diyerek yüksek bir sesle kahkaha attı. Sesi tüm kafede yankılandı ve etrafındaki tüm insanlar bir an için onlara baktı.

Devlet ve şirketin üstündeyse, demek çok zengin ve etkili bir oluşum olmalıydılar diye düşündü Atilla. Merakla sordu “Peki benden ne istiyorsunuz? Görünen o ki, neredeyse sonsuz bir gücünüz var. Bana neden ihtiyacınız olsun ki?”

Adam ona doğru yaklaştı ve gözünün içine bakarak “Sırrını, yani buluşunu biliyoruz” dedi ve devam etti “Yanlış anlama, sadece onu istemiyoruz. Sonuçta elindeki altı üstü bir kimya formülü. Asıl istediğimiz şey senin gibi bir beynin bizim için çalışması! Ne demiştim? Bilgi güçtür. Ona sahip olan; insanı, dünyayı hatta tüm evreni yönetir! Seni farklı kılan şey üstün zekan değil.

Bizim için olaylara bakış açın çok değerli. Sorunlara farklı çözümler getirebiliyorsun. Yönetim tarzın da etkileyici. Bazı zaafların olsa da hiç önemli değil. İnan bana, bize katıldığında, senin gibi seçilmiş insanlar ile tanıştığında, kendini çok güçlü hissedeceksin ve hayatla ilgili bugüne kadarki tüm endişelerin ve kaygıların ortadan kaybolacak. Sonra kendine şu soruyu soracaksın “Tanrı’nın vadettiği cenneti zaten dünyada buldum. Hayal olmaktan öte geçmeyen bir cennet için neden dua edip kendimi avutayım ki?”

Atilla artık emin olmuştu. Ciddi bir tehdit ile karşı karşıyaydı. Büyük buluşunu bilen yalnıza iki kişi vardı, biri kendisi diğeri en yakın arkadaşı ve proje ortağı Göktürk’tü. Ona çok güveniyordu ve asla ona ihanet etmezdi. Bu adamlar bunu öğrendiyse, demek bilmediği yöntemleri ve adamları vardı etrafında. Böyle bir güce karşı nasıl koyacaktı?

Bir an korkudan titredi. Adam onun korktuğunu anlamıştı. Atilla da bunun farkedildiğini anlamıştı. Altıncı hissi dikkatli olması gerektiğini söylüyordu. Bu andan itibaren kelimelerini seçerek konuşmalıydı. Adam gülümseyerek “Atilla Bey, az önce çok az insanına sunulabilecek bir teklif aldınız. Mutlu olmalısınız. Şimdi evinize gidin, bu güzel haberi bir an önce eşiniz ile paylaşın ki, o da mutlu olsun. Ha bu arada; siz bu teklifi birkaç gün düşünün. Bu benim kartvizitim, 7/24 ulaşabilirsiniz. Bizim için zaman farklı akar.”

Atilla kartı aldı ve incelemeye başladı. Sonunda adamın nereden geldiğini ve kimin için çalıştığını öğrenebilecekti. Fakat o da ne? Kartın her iki yüzü de boştu. Hiçbir bilgi yoktu. Atilla sinirle “Dalga mı geçiyorsunuz benimle, bu kartta hiçbir şey yazmıyor ki!”

Adam ayağa kalktı “Aramak istediğinizde, kartın üzerinde parmağınızı gezdirmeniz yeterli olacaktır. Bir numara belirecek. Bu arada kahve ve sohbet için teşekkür ederim. Sizden haber bekliyor olacağız” diyerek oradan hızla uzaklaştı.

Atilla hesabı hemen ödeyerek mekândan ayrıldı. Bir an önce evine gitmek istiyordu. Kendini güvende hissetmiyordu. Aracına bindiğinde önce etrafına bakındı. Aracı çalıştırıp yola koyulduğunda, orada bekleyen ve onunla aynı anda hareket eden bir araç fark etti. Paniklemeden sakince sürmeye çalıştı. Arkadaki araç onu mu takip ediyordu yoksa yanlış alarm mıydı emin değildi. Paranoyaklığı iyice artmıştı. Ev 13 dakika uzaklıkta bir mesafedeydi ama yolculuk ona sanki 2 saat gibi gelmişti. Kendisini takip ettiğini düşündüğü araç eve yaklaşınca gözden kaybolmuştu. Neyse ki eve sağ salim varmıştı. Oturduğu sitenin güvenlik görevlisi otoparkı açtı ve aracını her zamanki yerine park etti. Artık rahatça nefes alabilirdi. Otoparktan koşar adımlarla evine doğru yürüdü. Zili çaldı.

Kapıyı açan büyük oğlu Hızır’dı. “Anneeeee, babam geldi” diye bağırdı, sonra koşarak odasına giderek kaldığı yerden oyun oynamaya devam etti. Eşi Ece yanına gelerek “Hoşgeldin” dedi. Atilla’nın yüzü bembeyazdı ve bunu hemen fark etti. “Canım iyi misin? Bir şey mi oldu, yüzün bembeyaz kesilmiş, şeytan görmüş gibisin.”

Haklıydı. İşte aradığı cevap buydu. Jack Brown şeytan gibi bir adamdı. Atilla cevap vermeden çalışma odasına gitti ve kapısını kilitledi. Hemen arkadaşı Göktürk’ü aradı. Uzun uzun çaldıktan sonra Göktürk telefona yanıt verdi ve “Hafta sonu bile rahat vermiyorsun be kardeşim” diye serzenişte bulundu. Atilla direkt konuya girdi. “Hemen, yarın sabah görüşmeliyiz, başımız büyük dertte” diyerek telefonu kapattı.

Kafasından onlarca soru geçiyordu. Adam her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı ve geri sarıp her bir kelimeyi, her bir cümleyi tek tek analiz etmeliydi. Derin düşüncelere dalmıştı ki bir anda aklına adamın verdiği kartvizit geldi. Söylediği gibi kartın üzerinde parmaklarını gezdirdi. Gerçekten de bir numara belirdi. İsim veya adres yoktu. Dikkatini bir şey çekti. Normalde telefon numaraları ülke kodu dahil 9 haneli olurdu. Karttaki numara 11 haneliydi.

Kimdi bu adamlar şimdilik bilmiyordu ama elindeki kriptolanmış diske bakarak “Bunu derhal evden uzaklaştırmalıyım” diye mırıldanarak odasından çıktı ve Ece’nin yanına gitti.

(Devamı çok yakında…)

*Felsefe ve bilim kurgu temaları ile harmanlanmış, polisiye tadında, yönetici ve yönetici adaylarına bir kılavuz olma amacını taşıyan bu kurgu roman, Atilla ile Papağan Cesur’un heyecan dolu maceralarını konu almaktadır.

**Serilerden oluşan bu hikayenin fikri mülkiyet hakları, elektronik zaman damgası ile mühürlenerek koruma altına alınmıştır.

--

--

Hasan Ender’in Yeri

I write about philosophy, education, leadership, management, entrepreneurship, and stories from live & lessons.